LutfenBekleyin
Âhiret saâdeti için Allahü teâlânın kanûnlarına ve emirlerine [yâni Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberimizin “aleyhisselâm” sözlerine] itâat etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emirleri arasında: Öldükden sonra tekrâr dirilmek, (yâni âhirete) inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak âhiretin nihâyetsiz olduğunu (ebedî olduğunu) bize bildiriyor. Dünya hayatı ise, sayılı günlerden ibâretdir. O hâlde, saâdet iki başlı demekdir. Biri âhiret saâdeti, öteki dünya saâdeti. Bu iki saâdetden hangisi önemlidir? Bunu akıl ve izân sâhibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir. Aklımız ve izânımız âhiret hayatının, dünya hayatı ile mukâyese edilemiyecek kadar önemli olduğunu bize gösterir. Buna rağmen, insanların dünya için gösterdikleri gayret ve çalışmaların onda birini bile âhiret için göstermedikleri meydandadır. Bunun âkıbetinin ne kadar acı ve ne kadar korkunç olduğuna acabâ inanmıyor muyuz? İnanmıyorsak, kurtuluş ümmîdi yokdur. Allahü teâlâya inanmıyanların yeri ebedî olarak Cehennemde yanmakdır. Eğer inanıyorsak, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak bir gaflet (bir nevi uyku) ve bir dalâletdir. Bu uykudan uyanamıyanlara yazıklar olsun.
Dünya saâdeti için söz söyleyenler, kitâb yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar, dinleyenler çokdur. Âhiret saâdetine gelince: Buna dâir Hakkın kitâbı (Kur’ân-ı kerîm) ve Peygamberimizin sözleri (hadîs-i şerîf) ve din âlimlerinin binlerce kitâbları vardır. Fakat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmışdır. Çok ehemmiyyetli olan âhiret saâdeti âdetâ unutulmuş, sanki böyle birşey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmakdayız. Bu ise, felâketin en tehlikelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur. İşte kızım, benim yazılarımın asıl maksadı, seni bu korkunç felâketden kurtarmakdır. Yâni seni Cehennem denen büyük ateşden korumakdır. Sen idrâkin ve anlayışın nisbetinde, bu yazılarımdan hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak seni hakîkati iyice anlayacaklardan ve bu anlayışa göre hareket edenlerden eylesin! Âmîn.
Din âlimlerinin yazdıkları kitâblar var iken, ayrıca bu mevzûlarda çocuklara nasîhat vermenin lüzûmsuz olduğunu düşünmek doğru değildir. Çünkü, çocuğunun saâdetini isteyen bir baba, yalnız dünyanın kısa saâdetini değil, âhiretin sonsuz saâdetini de, çocuğuna bildirmekle vazîfelidir. Babaya bu vazîfeyi veren Cenâb-ı Hakdır.
Bir çocuk ne kadar kayıtsız olursa olsun, babasının kendisi için yazdıklarını merâk ederek hiç değilse, bir kere okur. Bu yazılardan ders alacak anlayış ve uyanıklığı da gösterirse, kendisini kurtarmış olur.
Zamanımızda din bilgilerini veren kitâblarımız, öğretmenlerimiz kifâyetsizdir. Büyük şehirlerdeki bazı mekteb ve cemiyet muhîtinin din ile ilgisi zayıf görünüyor. Bu şartlar içinde çocuğun doğru ve yeter derecede din bilgisi alması çok zorlaşmışdır. Bunun için, hiç değilse, müslüman dîninin temel kâidelerini ve özünü burada söylemek, çok ehemmiyyetli bir vazîfe hâline gelmiş bulunuyor.
Temel kâideler şunlardır:
I- Îmânın (inanmanın) şartları:
1- Allahü teâlâya inanmak,
2- Meleklere inanmak,
3- Kitâblara inanmak,
4- Peygamberlere inanmak,
5- Âhirete (öldükden sonra tekrâr dirilmeğe) inanmak,
6- Kaderin yâni, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak.
II- Müslümanlığın şartları:
1- Kelime-i şehâdet,
2- Namaz,
3- Oruç,
4- Zekât,
5- Hac.
Sevgili Kızım! Günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve dünyadaki hayatımız sona erecekdir. Bu dehşetli bir hakîkatdir. Bu hakîkat karşısında, hayat nedir? Ölüm nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır. O hâlde, hayatın ne olduğunu, dünyaya niçin geldiğimizi, ölümün ötesi ne olduğunu bilmek ve öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayâta niçin geldiğimizi, hayatın sâhibinden daha iyi bilen olur mu? Her şeyin olduğu gibi, hayatımızın sâhibi de, Allahü teâlâdır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Vezzâriyât sûresi 56. âyetinde meâlen, (Ben insanları, büyüklüğümü onlara tanıtmak ve bana ibâdet etmeleri için yaratdım!) buyuruyor. Bu büyük hakîkati, yaşadığımız bu zamandaki insanların kaçta kaçı biliyor ve ona göre hareket ediyor? İnsanların büyük çoğunluğunun, bu hakîkati bilmediklerini, bilenlerin de, bu hakîkate göz yumduklarını veya ehemmiyyet vermediklerini görüyoruz. İşte felâket de, bu noktadan başlıyor. Bu hakîkati bilmemek veya bildiği hâlde, ona göre davranmamak, hele bu hakîkate inanmamak, bir insan için, (bilhassa bir müslüman için) tasavvur edebileceğimiz en büyük bahtsızlık, en büyük fâcia, en büyük felâketdir. Çünkü, Allahü teâlâ, kendi emirlerine inanmıyanları ebediyyen, inanıp da emirlerini yapmıyanları, irâde etdiği kadar Cehennem ateşinde yakacağını kitâb-ı kadîminde, bizlere bildiriyor. Allahü teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez. Emirlerini mühimsemeyenleri mutlak cezâlandırır. Allahü teâlânın cezâsı çok ağırdır. Kendini bu cezâdan koruyamıyanlara yazıkdır. Dünyadaki kısa hayatımız için sonsuz âhiret hayatımızı Cehennem içinde geçirmek, aklı başında bir insanın işi midir?
Sevgili Kızım! Müslümanlık, maddî ve mânevî temizlikdir, vücûd temizliğini ve kalb temizliğini emreder. Müslümanlık, dünya ve âhiret saâdetini sağlayan tek yoldur. Hakîkî müslüman (Allahü teâlânın kaderine inanan müslüman) dünyada, dâimâ huzûr içindedir. Çünkü bu müslüman, şuna inanmışdır: Kendisine gelen hayr ve şer Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen her şeyin, kendisi için iyi olduğunu, fenâ zan etdiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç râhatlığını bozmaz. Felâketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, âhiret saâdetine de ulaşmış olur. Müslümanlığın emirlerini yapan bir insan, dünyada her türlü kötülükden ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur.
Müslümanlık ve İslâmlık aynı terimlerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Zümer sûresi 3. âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde din, İslâm dînidir) buyurmuşdur. Bugün İslâmlığın dışındaki dinler, Allahü teâlânın indinde, din değildir. Hıristiyanların ellerindeki İncîl, mûsevîlerin ellerindeki Tevrât, Peygamberimizden evvelki zamanların kitâblarıdır. Kur’ân-ı kerîm, bütün bunların hükümlerini kaldırmışdır.
Müslümanlık, iyi ahlâk demekdir. Allahü teâlâ, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben seni iyi ahlâkı tamamlamak için yaratdım!) buyurmuşdur. Peygamberimizin “aleyhisselâm” her sözünde (hadîs-i şerîflerinde) büyük dersler, güzel ahlâk özellikleri vardır.
Sevgili Kızım! Bir insanın müslüman olabilmesi için, îmân (itikâd) sâhibi olması, yâni müslümanlığın kanûnlarına ve emirlerine inanması şartdır. Hattâ, yalnız inanması kâfî değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de lâzımdır. Bu da bir bilgi işidir. İnanma (îmân) çok mühimdir. Îmân, ufak bir şüpheyi götürmez. Şüphesi olan, din âlimlerinden şüphesini sorarak ve öğrenerek, gidermelidir. Aksi takdirde, îmân ni’meti, elden gider.
Îmânsız insan, dünyanın en bahtsız insanıdır. Çünkü, ebediyyen Cehennem azâbında yanmaya mahkûmdur.
Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamak, doğru değildir. Îmân, tam olmalıdır.
Îmân sâhibi olmak için, altı şart vardır:
1- Allahü teâlâya inanmak,
2- Meleklere inanmak,
3- Kitâblara inanmak,
4- Peygamberlere “aleyhimüsselâm” inanmak,
5- Âhirete (öldükden sonra, tekrâr dirilmeğe) inanmak,
6- Kazâ ve kaderin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak.
Bunların birisine inanmıyan, îmânsızdır. Bu hâl ile ölürse (Allahü teâlâ cümlemizi muhâfaza buyursun!) ebediyyen Cehennemdedir.
Allahü teâlânın zâtını görmüyoruz. Fakat, Allahü teâlânın eserlerini, yaratdıklarını, her zaman, her yerde görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış, ..... ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç şühhesiz, Allahü teâlâdır. Çünkü, Allahü teâlâdan başka, bir varlık, meselâ insanların en akıllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı yaratabilirler mi? Bir Pastör, hiç yokdan bir mikrop yaratabilir mi? Bir Edison, güneş ışığına muâdil bir ışık îcâd edebilir mi? Bir Galile, dünyanın dönüşündeki intizâmı değişdirebilir mi? İnsanları göklerde ve deniz altında dolaşdıran, radyoları bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu azametli varlığı yaratanı inkâr etmek için, insanın yâ ahmak olması, yâ koyu câhil olması veya kör bir inâdın kurbânı olması lâzımdır. Bu eserlere tabîat (natür, doğa) diyenler var. Göklerdeki muazzam âlemleri, dünyada gördüğümüz her eseri, dünyanın dönüşünü, gece ve gündüz hâdiselerini, mevsimleri ve her şeyi tabîat kuvveti, tabîat kanûnudur diyerek Allahü teâlâyı inkâr edenler var. Bunlara sormak lâzım: Bu muazzam eserlerin sâhibi yok mudur? İnsanların meydana getirdikleri en ufak bir eserin, insan şuûr ve zekâsının bir mahsûlü olduğunu kabûl ediyoruz. Bu, akılları durduran muazzam eserler, kendi kendine meydana gelmiş olabilir mi? Bu eserlerdeki intizâmı ve muvâzeneyi, şuûrsuz ve donuk tabîat mı meydana getirmişdir? İnkârcıların bu sözlerini normal bir aklın, hattâ basît bir anlayışın dahî, kabûl etmesi mümkün değildir.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, bir bilgi işi olmakla berâber, aynı zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor.
Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasîb etmiyor. Nasîb etdiği kulunu seviyor demekdir. Çok kimse, uzun gayret, telkînler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pek çok sebeb vardır. Allahü teâlâdan korkmak ve sevmek için sebebler:
Dünyada insanın başına gelen felâketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdün bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakîr olmak, akıldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler gelmek, yangınlar, zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veya doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından insanlara takdîr edilen felâketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmekdedir. Dünyadaki elemler nihâyet geçicidir. Âhiretdeki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yahut, îmânla âhirete intikâl etmiş günâhkâr bir müslüman ise, Allahü teâlânın irâde etdiği kadar, azâb görecekdir. Âhiret azâbı, kabre girildiği ândan itibâren başlıyacakdır. Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter derecede sebebler değil midir?
Allahü teâlâyı sevmek için de, sebebler pek çokdur: Evvelâ, müslüman olarak dünyaya gelmek. Yâni, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evlâdı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükr ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebebdir. Meselâ, hıristiyan ana-babadan dünyaya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkânsız olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhirete îmânsız olarak giderdik. Zamanımızda müslüman olarak doğmak da, kâfî değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihdir. İsmi Ahmed veya Hadîce olup da, müslümanlık icablarını yapmayan, hattâ müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var. Akıl ve izân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Bundan başka, insan hakını tanıyan bir hükümetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatde olmak, fakîr olmamak vesâire gibi binlerce ni’met hep Allahü teâlânın lutuf ve ihsânıdır. Bu saydığımız ni’metlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Sevgili Kızım! Öldükden sonra, tekrâr dirileceğimize inanmıyan îmânsız olur, kâfir olur. Âhirete böyle giderse, ebedî olarak Cehennem azâbına mahkûm olur. Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan bir görünüşleri var. Bunlar, hayatı yalnız dünyada râhat etmek ve iyi yaşamakdan ibâret sanıyor. Gâye, sanki dünyada eğlenmek, gezmek, râhat etmek, zengin olmakdan ibâretdir. Bu insanlar, öldükden sonra, tekrâr dirileceklerine ve hesâba çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde yaşayamaz. Bu kadar kayıtsızlığın mânâsı, bu olsa gerekdir.
Öldükden ve toprak ve toz hâline geldikden sonra, tekrâr dirilmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler şüphesiz îmânsız, dinsiz, zavallı insanlardır. Tekrâr dirilmek mümkün değildir diyenlere verilecek mantıkî cevâblar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insanı hiç yokdan (bir damla sudan) yaratmağa muktedir de, ikinci defa yaratmağa muktedir değil midir? Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve dünyadaki muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrâr diriltmekden nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, bahar gelince tekrâr canlanmıyor mu? Büyük mevlânâ Celâleddîn “kuddise sirruh”, (Toprağa ekilen hangi tohum toprağın yüzüne canlı olarak çıkmamışdır?) diyerek, toprağa gömülen insanların tekrâr canlanacaklarına işâret etmişdir. Bu mevzûda hazret-i Alî’ye “kerremallahü vecheh” atfedilen aşağıdaki mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir.
Ahmed, âhirete inanmışdır. Ahmed’in arkadaşı Kaya, tekrâr dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kaya’yı iknâ’ için, çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmed, Kaya’ya şunları söyliyor: (Ben âhirete inanarak Allahü teâlânın bütün emirlerini yapıyorum. Allahü teâlânın emirlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum. Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık ve ikimiz de öldük. Daha mezara girer girmez, âhiret var mı, yok mu, belli olacakdır. Eğer âhiret varsa, ben kazandım. Orada itibârım ve râhatım yerinde demekdir. Eğer âhiret yoksa, ben hiçbir şey kaybetmem, dünyadaki yorgunluğumla kalırım. Sana gelince: Eğer âhiret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ, âhiret var olduğuna göre, mahvoldun demekdir. Artık Allahü teâlânın bitmiyen, ebedî azâbı senin yakanı bırakmıyacakdır. Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin yolu doğru yoldur. Bunu senin anlayışına bırakıyorum.) Bu muhâkeme tarzındaki mantıkın kuvveti karşısında, söylenecek tek söz yokdur. Şunu da işâret edelim ki, âhirete şüphe ile inanmak iyi bir inanış değildir. Tam ve şüphesiz inanmak lâzımdır.
Sevgili Kızım! Kadere ve hayır ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak lazım. Kaderin mânâsını Türkçede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun başından geçecek her şeyi evvelden bilir. Kaderi değişdirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değişdirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır.
Hayır ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünkü, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da cüz’î irâde vermişdir. İşte, bu cüz’î irâdeyi Allahü teâlânın emr etdiği yolda kullananlar, mükâfâtlandırılırlar. Fenâ yollarda kullananlar da, cezâlandırılır. İnsanları Cennete veya Cehenneme götüren, işte bu cüz’î irâdedir. Bir müslümanın içki içmesi, cüz’î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak kullanmasıdır. Başka bir müslümanın içki içmemesi cüz’î irâdenin Allahü teâlânın emrine göre kullanılması demekdir. Bunun gibi bir insanın cüz’î irâdesini iyi veya kötü istikâmetde kullanması kendi elindedir.
Kulun, cüz’î irâdesini kötü istikâmetde kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hâzırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim değildir. Bilakis Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evlâdına olan merhametinden çok üstündür. Bununla berâber, sebebini bilmediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zaman mümkün olmaz.
Sevgili Kızım! Namazın maddî ve mânevî pek çok faydası vardır. Maddî faydaları şunlardır: Hergün beş defa abdest alan müslüman, temiz bir insan demekdir. Hergün, kırk defa (kırk rek’at) Allahü teâlânın emri ile eğilerek secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu hareket etdiren bir idmâncı demekdir. Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca namaz kılanların büyük bir ekseriyeti sağlam insanlardır.
Namazın mânevî faydasına gelince: Hergün beş defa namaz kılmak, yâni beş defa Allahü teâlânın huzûruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamak demekdir. Allahü teâlâya inanan, ondan korkan insan, onun emirlerinin dışına çıkmış ise, namaz saatlerinde hatâsını anlar. O hatâyı tekrar etmekden kaçınır, kendini ıslah etmek yolunu arar ve bulur. Kendini ıslah etmek belki ilk zamanlarda kolay olmaz. Fakat, namaza devâm etdikce, Allahü teâlânın emirlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslüman olmak yoluna girer. Namaz, insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. Namaz, her müslümanı kusursuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydana getirdiği topluluk da, ne mutlu bir topluluk olur.
Namaz, müslümanlığın temel taşıdır. Temelsiz bir binâ sağlam olmadığı gibi, namazsız müslümanlık da günün birinde yıkılmağa mahkûmdur.
Namaz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamağa sebebdir, demişdik. Namazı terk etmek, Allahü teâlâyı unutmağa sebeb olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları afv etmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin 7. âyetinde meâlen, (Onların kalblerini mühürledik) buyurdu. Bu hâle gelmekden Allahü teâlâ, cümlemizi korusun! Âmîn.
(Namaz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve ikindi namazlarında abdest almak ve namaz kılmak zordur) diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir. Çünkü, bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle zamanında en az bir saat, yemek zamanı ayrılmışdır. Bu zamanda abdest almak ve namaz kılmak için, onbeş dakika kâfîdir. İkindi zamanında ise, öğle abdesti ile, beş veya on dakika içinde namazını kılmak mümkündür.
Namaz, dünya ve âhiret saâdetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tenbel olmayan bir müslüman, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azim işidir.
Namazını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de göstermiş olmakdadır.
Gösteriş için namaz kılmak riyâkârlıkdır. Böyle namaz kabûl edilmez. Zamanımızda gösteriş için namaz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, namaz kıldığını saklayanlar çokdur. Çünkü, zamanımızda, namaz kılanları, gerici, yobaz, mürteci, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi hâller almış yürümüşdür. Bunların şerrinden korunmak için, namaz kılmağı, bu gibilerden saklamak câizdir.
Namaz kılmanın zevkine eren bir müslüman, artık onu bırakamaz.
Allahü teâlâ senede bir ay (Ramazân-ı şerîf ayında) gündüzleri oruç tutmayı emr etmişdir. Allahü teâlâ, bu emri sebebsiz vermemişdir. Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Oruç tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çekdiği ızdırâbı, bizzat his ederek fakîr insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz.
Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruç tutan bir müslüman, Allahü teâlânın emirlerini yapmak itiyâdını da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emirlerini yapmağa da istidâd peydâ eder.
Sevgili Kızım! Hergünkü hâlinden memnûn olmak, her hâlinden Allahü teâlâya şükr ve hamd etmek, kanâat sâhibi olmak demekdir. Kendinden daha iyi mevkide, kendinden daha zengin, kendinden daha kuvvetli, kendinden daha güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan insanın evvelâ kalbi râhattır. Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve râzıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan râzıdır.
Kanâat, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanâatkâr olmayan bir zengin, kanâatkâr olan bir fakîrden daha fenâ durumdadır. Çünkü, o zenginin kalbi râhat değildir. Kanâatkâr olan fakîr ise, kalbi râhat olduğu için, sanki bir hazîne içinde yaşamakdadır.
Rızâ demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmak demekdir. Allahü teâlâdan bir felâket gelse, ona da rızâ gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs sabır ve tahammül var demekdir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızâyı gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyyetdir.
Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanan, yâni ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyen insana, kıskanç denir. Bu hâl, insanlığın en kötü huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca râhatsız insandır. Böyle insanlar, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmayan insan demekdir.
Allahü teâlânın verdiğine râzı olmayan insandan Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, âhiretde de hüsran içindedir. (Yâni zarardadır.) Bunun için, kendisinde kıskançlık ve hased duygusu olduğunu görenler yavaş yavaş bu huylarından sıyrılmalıdır. Bu pek mümkündür. İnsanlar, kendilerini istedikleri kadar ıslah edebilir. Kıskançlıkdan kurtulanlar râhat ve huzûra kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakîrlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakîrliği işidir. Nice fakîrler vardır ki, bir lokma ekmeği kazandığı zaman, Allahü teâlâya şükr eder ve zenginlerin hâlini düşünmez bile. Nice zenginler de vardır ki, milyonlarına daha birkaç milyon ekliyemediği için üzüntü içindedir.
Kıskanç insan, başka bir insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi yaşamasını hazm edemez. Yâni onun boyunu, posunu, güzelliğini, çalışkanlığını, başarısını kıskanır. Daha kötüsü, onun başına gelen fenâlıklara sevinir. İşte bu hâl, kıskançlığın en kötü derecesidir. Böyle insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir. Daha da mahrûm olurlar. İyi kalbli ve herkesin iyiliğini isteyen insan, Allahü teâlânın himâyesinde demekdir.
Büyük Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çok güzel bir hadîs-i şerîfi var: (Bir müslüman, kendisine istediği bir iyiliği, başka bir müslüman için istemezse ve bir müslüman, kendisine gelecek bir kötülüğü, istemediği hâlde, o kötülüğü başka bir müslüman için isterse, onun îmânı tam değildir). Yâni, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” yalnız kendisini düşünenleri beğenmiyor. Başka müslümanları düşünenleri beğeniyor ve öyle yapmalarını istiyor. Düşünün bir kere; bütün dünya, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bu emirlerini yapmış olsa, dünyada kavga, gürültü kalır mı?
Sevgili Kızım! Bir insanın başka bir insana, bilhâssa müslümana iyilik etmesi Allahü teâlânın en çok sevdiği bir hâldir. İyilik çeşitli olur. Para ile olur, vücûd yardımı ile, fikir yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım gelmezse, Allahü teâlânın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevâbı vardır. [Cevâb Veremedi kitâbında, 147.ci mektuba ve Mektûbât-ı Rabbânî 1.ci cild, 98.ci mektuba bakınız!]
Allahü teâlâ, (Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasıyla yardım ederim) buyuruyor. Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın gadabını üzerine çekmek demekdir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allahü teâlânın sevgisinin tecelli etdiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlikelidir. Hele o kalbde, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi varsa, onu incitmekden, son derece kaçınmalıdır.
Dünyada bir insan için, anne hakkından daha ehemmiyyetli bir hak yokdur. Düşünmeli ki anne, çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. Onu kendi kanıyla besliyor. Büyük bir ızdırab, büyük bir heyecânla onu dünyaya getiriyor. Bebek iken, onun için aylarca uykusuz kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra, onun her yaştaki yaramazlıklarını çekiyor. Bu zahmetler para ile, menfaat ile olur işler değildir. Bu zahmetlere anne, ancak Allahü teâlânın verdiği şefkat duygusuyla tahammül edebiliyor. Bu büyük zahmet karşısında, çocuğun annesine neler borçlu olduğu meydandadır. Çok zaman çocuk, annesinin hakkını ödeyecek zamanı ve imkânı bulamıyor. Annesine isyânkâr olan bir çocuk, artık bir âsî, bir eşkiyâdan farksız bir insan demekdir. Bu çocuğun büyüdükden sonra, annesini dinlememesi, onu üzmesi, ona eziyyet etmesi, insanı çileden çıkardığı gibi, Allahü teâlânın gadabını, cezâsını kendi üzerine çekmiş olmaz mı?
Ne yazık ki pek çok çocuklar, gençliğin verdiği hoyratlık ve kadir bilmemezlik yüzünden, annelerinin haklarını çiğniyorlar. Onları üzüyorlar, böyle anneler bazen zor durumda kalarak, çocuğu için Allahü teâlâdan bed duâ ederse, bu duâ kabûl olunabilir. O zaman çocuk, dünyada iken bile, cezâsını çeker. Âhiretdeki cezâsı ise, tasavvur edilemiyecek derecede acıdır. Biraz idrâklı ve anlayışlı olan bir çocuk, annesinin hakkını düşünebilir ve onun dediklerini seve seve yapar. Onun gönlünü kazanmağa dikkat eder. Eğer çocuk, annesinin kalbini kırmış ise, hemen afv dilemeli, bir daha onu gücendirmemeli. İkinci veya üçüncü defa annesinin kalbini kırmış ise, tekrâr afv dilemeli, artık bir daha gönlünü kırmamağa dikkat etmelidir. Anne hakkı üzerinde olarak âhirete gidenlerin âkıbeti çok acıdır.
Sevgili Kızım! Allahü teâlâ, insan neslini devâm etdirmek için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı câzib kılmışdır. Aynı zamanda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları dünyada çetin bir imtihâna tâbi tutmuşdur. Dünyadaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihân iffet imtihânıdır. Bu imtihânda kazanan bir insan, dünya ve âhiretin kahramânıdır. İnsanların kemâli (yâni kusursuz olması) veya insanın düşüklüğü, daha ziyâde iffet işinde belli olur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, iffetini muhâfaza edenlere, büyük mükâfâtlar va’d etmiş ve müjdeler vermişdir. İffetini muhâfaza etmeyenlere de, Cehennem azâbını göstermişdir. (Allahü teâlâ, iffetsizleri, insanı öldüren bir kâtil ile bir tutmakdadır.)
İnsan günâhlarının belki de yüzde doksanı, iffet mevzûu içindedir.
İffetsiz insan, Allahü teâlânın indinde günâhkâr olduğu gibi, insan topluluğu içinde de, günâhkâr ve şerefsizdir. Bir fâhişenin cemiyet içindeki haysiyyet ve itibârı ile bir köpeğin itibârı arasında hemen hiçbir fark yok gibidir. Erkeklik ve dişilik duyguları insanlarda da, hayvanlarda da vardır. Hayvanlarda utanma hissi olmadığı için, onlar, bu duygularını gizlemezler. İnsanlar ise, (hayâ) şeref ve haysiyyet duygularına sâhib oldukları için, erkeklik ve dişilik hislerine karşı çeşitli ve meşrû yolları ararlar.
Bir insanın ve bir âilenin şerefi ve itibârı, bu duygu karşısındaki tutumu ile ölçülür. Zengin ve çok güzel bir kadın, eğer iffetsiz ise, şerefi yokdur. İtibârı kırıkdır. Cemiyet nazârında, o bir fâhişedir. Fakîr ve afîf bir kadın ise, her yerde, her zaman itibârlıdır. Hürmete lâyıkdır. Bu söylediklerimiz, normal ve temiz bir cemiyetin iffet ölçüleridir. İffet kâidelerini ayaklar altına almış azgın bir hayvan sürüsü gibi, yalnız hayvanî hisleri peşinde koşan insan toplulukları, bu sözlerle alay ederler. Onlar için konuşulacak sözümüz yokdur. Yalnız onlara (Allahü teâlâ ıslah etsin) diyebiliriz.
Dünyadaki pek çok rezâletler, cinâyetler, kavgalar, kıskançlıklar, hülâsa bütün fenâlıklar, iffetsizlik yüzünden meydana gelmekdedir.
İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin fenâlıklarını bildikleri hâlde, kendilerini bu fenâ yollara sapmakdan alıkoyamazlar. Bu kuvvetli duygu karşısında, insanları zabt edecek, onları selâmet yoluna çıkaracak çâreler nelerdir? Bu, terbiye ve ahlâk meselesidir. Din, ahlâk demekdir demişdik. Bu mühim mevzûda da yine din terbiyesi birinci plânda rol oynamakdadır. Allahü teâlâdan korkmasını öğrenmiş, hakîkaten Allahü teâlâdan korkan bir insan iffetsiz olamaz. O hâlde, çocuklarımıza Allahü teâlânın korkusunu öğretmeğe çalışmak bizim için en başda gelen vazîfe oluyor. Allahü teâlâdan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilmek lâzımdır. Allahü teâlâyı bilmek için, onun büyüklüğünü ve sıfatlarını öğrenmek mecbûriyyetindeyiz. Allahü teâlâyı hiç düşünmeyen bir topluluk için, Allahü teâlânın korkusuna sâhib olmak kolay değildir. Allahü teâlâdan korkmak da, bir bilgi, bir çalışma ve bir gayret işidir. Durup dururken, Allahü teâlânın korkusu meydana gelmez. Bu korkuyu, Allahü teâlâ dilediği kuluna kolaylıkla da verir. Allahü teâlâdan korkmak, bir insan için iyi alâmetdir.
Bilhâssa büyük şehirlerde iffet işi tehlikeli bir istikâmetdedir. Bir genç kızın, kendi başına yalnız kendi aklı ve idrâki ile iffetini muhâfaza etmesi, cidden güçdür. O genç kız, (eğer biraz da güzelse), hâtıra ve hayâle gelmeyen tehlikelerle çevrilmiş demekdir. Bu tehlike, mektebde, yollarda, otobüsde, komşularda, hattâ evinin içinde yakasını bırakmaz. Hele o kızcağız kadınlık duygusuna karşı koymasını bilmeyecek derecede zayıf ahlâklı ise, o zaman tehlike iki misli artmış demekdir. İşte bunun içindir ki, genç kızın beş dakikasını bile kontrolsüz bırakmak aslâ câiz değildir. Ev içinde anne kontrolu, ev dışında baba kontrolu onları, koruyucu melek gibi takip etmelidir.
Sevgili Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumağa kifâyet etmeyecekdir. Annen, belki seni her yerde, her zaman takip edemiyecekdir. Bu takdîrde, sen sâhibsiz, tehlikeler karşısında âciz bir mahlûk olarak, ahlâksızların elinde bir oyuncak mı olacaksın? Allahü teâlâ, seni bu âkıbetden muhâfaza etsin! Âmîn. Seni evvelâ Allahü teâlânın büyüklüğüne ve Onun himâyesine emânet ederim. Ondan sonra da, yine Allahü teâlânın sana verdiği aklını kullanarak, bu tehlikelere düşmemeğe çalışmanı sana tavsiye ederim.
Kızım, öyle bir zamanda, öyle bir mekânda yaşıyacaksın ki, herkesden, her yerde sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin parana, puluna değil, iffet, şeref ve haysiyyetinedir. Paraya olan zarar telâfî edilebilir. Mânevî zarâr, yerine konamaz.
Cemiyet içinde öyle haşarât (öyle ahlâksızlar) vardır ki, bunların içinde genç kadın ve genç kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü, yalnız başkalarından değil, bizzat kendi varlığından gelmekdedir. Eğer sen de, kadınlık duygusunun tesiri altında kalır ve kendine hâkim olamazsan, iffetsizliğin ve ahlâksızlığın çukuruna düşersin. Bu çukura düşenlerden kurtulabilen azdır.
Sen kadınlık duyguna karşı haysiyyetli ve meşrû yolları aramalısın! Sen de, herkes gibi, evlenebilirsin. Ahlâkın güzel oldukdan sonra evlenmemek için, hiçbir sebeb yok demekdir. Evlenmeden evvel, birçok kızın yapdığı gibi, flört yapmağa aslâ heves etme! Bu tecrübe mutlak tehlikelidir. Esâsen flört yapılan insanla evlenmek, çok zaman saâdeti getirmez. İffeti muhâfaza için, ikinci bir çâre, genç erkek ve genç kızı zamanında evlendirmekdir. Üçüncü çâre, iffeti zedeliyecek her yerden uzaklaşmak yoludur. Meselâ kız ve erkek toplulukları, onlarla berâber gezintiler, danslar, plâja gitmek, erkekle berâber sinemaya gitmek, içki içmek, ahlâksız ve zayıf insanlarla arkadaşlık etmek vesâire gibi genç kız veya kadını başdan çıkarma yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlikeden uzaklaşmak demekdir. Gençliğin hakkı veya eğlence ismi altındaki bu gibi davranışlar, genç kızı veya kadını elde etmek için birer tuzakdır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç kız, tuzağın içine düşdükden sonra, aklı başına gelir. Fakat iş işden geçmişdir. Yukarıda saydığımız eğlence veya tuzağın zâhirî güzelliğine ve câzibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde yavaş yavaş veya çabucak birer oyuncak hâline gelir. En kendine güvenen bir kız bile, onların karşısında sonuna kadar mukâvemet edemez. Yakışıklı bir erkeğin aldatıcı tebessümü karşısında, mağlûb olabilir. Artık o kız, tuzağa düşmüş demekdir. Hele bunu kız kendisi de istemiş ise, artık tehlikenin içine girmişdir. O tuzakdan kurtulan pek azdır veya yokdur. Hâlbuki, o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine gitmemek daha kolay bir işdir. (Göz görmeyince, gönül tahammül eder) diye bir atasözü vardır. Oraya gitmeyen bir genç kız, oranın câzibesinden ve tehlikesinden kurtulmuş olur. Giderse, kurtulmak da kolay değildir. Bunu nasîhat olsun diye söylemiyoruz. Tecrübelere güvenerek söylüyoruz.
İffet, bir genç kızın veya kadının, değeri milyonlar eden, bir mücevheridir. Bu mücevheri ele geçirmek için, Allahü teâlâdan korkmayan her erkek bütün şeytânlığını kullanır. Ele geçirdikden sonra, maksadına erişmişdir. Artık o, mücevherlikden çıkmış, âdî bir taş olmuşdur. Sokağa atılıverir. Bu alışverişde, erkek, bir nâmûs hırsızıdır. Kadın ise, mücevherini çaldırmış, bir zavallıdır.
Sevgili Kızım! Genç kız, fazla göze çarpmıyacak tarzda temiz ve ciddî bir kıyâfetde görünmelidir.
Kendini beğendirmek için, fazla süslenmek, ahlâk hakkında şüphe uyandırır.
Erkeklere kendini beğendirmek için, kızın bazı uzuvlarını, göğsünü veya bacaklarını teşhîr etmesi, düşük bir ahlâkın belirtisidir.
Kendisinin ve âilesinin şeref ve haysiyyetini düşünen bir kızın, ciddî giyinmesi şartdır. Bir kızın göğsünü mümkün mertebe belirsiz bir hâlde gösterecek tarzda giyinmesi, elbisesinin ve etekliğinin pileli olması, onun bir ciddî ev kızı olduğuna delîl sayılır. Müslüman kızı nasıl giyinmelidir?
Sevgili Kızım! Yapmacıksız olarak mütevâzî, iddiâsız ve terbiyeli bir tavır, genç kıza en yakışan bir davranışdır.
Bir genç kızın etrâfındaki insanları hiçe sayan saygısız ve küstah davranışları terbiyesizlik alâmetidir. İyi ahlâklı ve normal bir kız, bir erkeğe dikkatle ve alâka ile bakmaz. Mecbûriyyet yoksa ve mümkün ise, bakmamak en sâlim bir hareketdir. Bunu da, sun’î olarak değil, tabî’î olarak yapmalıdır.
Bir kızın genç bir erkeğin yüzüne pervâsızca bakması, küstah ve mütecâviz erkeklere, bu tip kızlara musallat olmak için, cesâret verir.
Kızın, bir erkeğe ümmîd verecek tarzda davranışı, o kıza felâket getirebilir. İnsânların, yüzlerindeki değişiklik kadar huy ve ahlâkları da değişikdir. Güzel ve iyi yüzlü insan, mutlaka iyi ahlâklı insan demek değildir.
Alâka toplamak/ilgi çekmek ister gibi, değişik bir edâ ve hoppa bir tavır ile yürümek iyi bir intibâ’ bırakmaz. Böyleleri, alay mevzûu ve gülünç olur.
Bir kızın giyinişi, yürüyüşü ve hareket tarzları, onun dînî inanışı, ahlâkı ve karakteri hakkında, bir fikir verebilir.
Her zaman Allahın dediği olur. Seni Allah’a emanet ediyorum. O’na güveniyorum. Herkes de, her işinde yalnız O’na güvenmelidir. Cenâb-ı Hak yalnız kendisine güvenenlerin imdâdına elbette yetişir.
Görüş ve önerileriniz bizim için değerlidir! Amacımız size her zaman daha iyi hizmet verebilmektir.
Bizimle paylaşmak istediğiniz görüş, öneri ya da şikayetiniz varsa ilgili "İletişim Formu"nu doldurarak bize iletebilirsiniz. Bildiriminizi en kısa sürede değerlendirip size geri döneceğiz.
Bizi sosyal medya hesaplarımızdan takip edebilir ve e-posta yolu ile iletişime geçebilirsiniz.